Reklam

The Universe in a Nutshell


The Universe





2. DÜNYA SAVAŞI – SAVAŞ BAŞLIYOR





2.Dünya Savaşını anlattığım bu seride ikinci yazımla karşınızdayım sevgili okurlarım. Umarım benim yazıyı yazarken aldığım keyfi sizlerde okurken alırsınız.
İlk yazıda savaş öncesi Avrupa’nın genel durumu, Hitler’in Çekoslavakya’yı işgalini ve baskı rejiminin getirdiği kuralları anlatmaya çalışmıştım. Şimdi ise savaşın nasıl başladığına biraz göz gezdirelim.
Danzig Koridoru
Danzig şehrinin günümüzdeki hali
Almanlar, 1919’da imzaladıkları Versay Antlaşmasının bedellerini ağır bir şekilde ödüyorlardı. Hatta bir çok tarihçi 2. Dünya Savaşı’nın çıkış sebebinin 1. Dünya Savaşı sonucu imzalanan antlaşmalar olduğu konusunda birleşir. Versay gereği Almanlar Danzig şehrini Polonya’ya bırakmış ve bunun için açılan koridor gereği Alman toprakları ikiye bölünmüştü. Bu koridora Danzig koridoru denmekteydi ve Hitler bu bölge için Versay Antlaşması’nın en kötü yaptırımı diyordu. Danzig ile ilgili müzakerelerin uzun sürmesi sonucu Alman tarafı askeri seçeneklerini devreye sokma kararı aldı. Dünya ve Avrupa, dönemeyeceği keskin bir viraja hız sınırının çok üstünde giriyordu, artık zarlar atılıyordu. Danzig’i isteyen ve bunun için bütün Polonya’yı işgal edebilecek güce sahip olan Hitler ve  Polonya’nın toprak bütünlüğünü garanti altına alan İngiltere ve Fransa.. Savaşın başlangıcında taraflar bunlardı. Dünyanın gözünde ilk ünya savaşının galipleri olan İngiltere ve Fransa’nın bu savaşı hemen bitirebileceği  görüşündeydi. Ancak müttefiklerin tam bir ölüm grubuna düştüğünden haberleri yoktu.İki taraf 1914’ten beri hiç bu kadar zıt kutuplara çekilmemişlerdi. Tarihler 1 Eylül 1939’u gösterirken sabah saat 5 sularında Alman orduları Polonya’ya girdi. Bu Hitler’in savaş boyunca yaptığı yüzlerce çılgın hamlenin ilkiydi ancak onunda kendine göre haklı sebepleri vardı.  Hitler, Danzig için kimsenin kendisini bir dünya savaşının ortasında bulmaya cesaret edemeyeceğini düşünüyordu. Ancak varsayımlar ile harekete geçen Hitler kendisini bir dünya savaşının ortasında bulacaktı. Aynı gün içerisinde İngiltere ve Fransa,  Almanya’ya Polonya topraklarındaki askeri birliklerini geri çekmesini söyleyen bir ültimatom gönderdi. Ancak Almanlar dinlemedi çünkü kendilerinden eminlerdi. 3 Eylül 1939 günü sabah saatlerinde Berlin’deki İngiliz büyükelçisi Almanya’ya resmi olarak savaş ilan edildiğini bildirdi. Onun yardakçısı ve yaveri Fransa ise öğleden sonra 5’te savaş ilan ettiğini bildirdi. Bu tipik bir Fransa hareketiydi zira Yüzyıl Savaşlarından sonra genelde İngiltere’nin sözünden çıkmayan uslu çocuğu gibiydi. Hitler kulaklarına inanamıyordu. Gerçekten de dünya Danzig olayıyla birbirine girmişti. Alman generalleri ise en kötü durum senaryosu olduğunu düşündükleri 2 cephede savaş ile karşı karşıya bulmuşlardı kendilerini. Ancak bu saatten sonra yapılacak bir şey yoktu çünkü Hitler, Almanya’nın silahlı gücü olan Wehrmacht’ı Polonya üzerine salmıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın ilk top atışı Danzig’e karşı yapılmıştı.. Polonya’nın silahlı gücü ise Almanlar ile karşılaştırılamayacak kadar güçsüzdü. Öyle ki atlı süvari birliklerini Alman panzerlerinin üstüne yolladıklarını kanıtlayan görüntüler mevcuttur tarihte.  Wehrmacht gibi bir ordunun üzerine atlı süvariyle gidersen katledilirsin ve Polonya’lı süvarilerde bu kaderi paylaştı. İngiltere ve Fransa savaş hazırlıklarına devam ederken Polonya, acımasızca dövülüyordu. Diğer taraftan müttefiklerde inanılmaz bir karamsarlık hakimdi. 1914’te görülen bayram havasından eser yoktu. O dönem silah ve çiçeklerle uğurlanan askerler 1939 da çiçeksiz ve silahsız uğurlanıyordu.. Fransa ordusu Alman sınırına yürüyerek gitmişti. Hala Almanların onları klasik cephe savaşıyla karşılayacağını düşünmektelerdi. Oysa Almanlar 1918’de yendikleri Almanlar değildi artık. Yeni geliştirdikleri Blitzkrieg( yıldırım savaşı) taktiği Fransız ve İngilizler’i darmadağın edecekti. Tank ve uçakların çok yoğun kullanıldığı bu stratejide erler dümdüz edilmiş şehirleri temizlemek için kullanılıyordu. Fransa savaş ilan ettikten 4 gün sonra karşı saldırıya geçti. Sınırda 40 tümen toplamışlardı Almanların ise 15 tümeni vardı. Sayısal olarak 200 bin askere 500 bin asker toplamışlardı. Ancak bu sayısal üstünlük sadece 8 km ilerlenmesini sağladı ve ilerledikleri bölgelerde gerçek bir Alman tümeniyle karşılaşmamışlardı. Motorizasyonu ve teknolojisi olmayan Fransız ordusu için oldukça pozitif bir durumdu bu. Yani Fransa ordusu savaştaki diğer ordularla karşılaştırıldığı zaman en güçsüz orduların başında geliyordu. Fransızların güvendiği bir diğer şey ise ünlü Maginot Hattı’ydı. Maginot Hattı, düşman Almanya’yı sonsuza dek durdurmak için tasarlanmış, inşası 10 yıl sürmüştü. 1.5 milyon metreküp beton ile 150 bin ton çelik kullanılmıştı. 100 km uzunluğundaki tüneller labirent gibi birbirlerine bağlıydı. Maginot hattı, Arden ormanlarının başladığı yerde bitiyordu.Fransız generaller,  Almanların oradan saldıracağına ihtimal dahi vermiyordu. Büyük Alman panzerlerinin sık ağaçlarla kaplı o bölgeden geçmesine ihtimal vermiyorlardı. (Almanlar savaşa Arden ormanlarından gelecek. Biraz spoiler fena olmaz J) Almanlar hala saldırmamış ve ikinci bir cepheden kaçınmışlardı.
Maginot Hattı
Diğer tarafta Almanlar Varşova’yı kuşatmışlardı. 25 eylülde Hitler Varşova’nın bombalanmasını emretti. Hitler bombardımanı kendisine ayrılmış güvenli bir bölgeden izliyor ve her düşen bombada ayrı bir zevk alıyordu. Aynı zamanda Fransa ve İngiltere’ye de gözdağı vermek istiyordu. “Sizinde başınıza gelecek olan bu.” demek istiyordu. Daha önce Almanya ile saldırmazlık paktı imzalayan Sovyetler ise anlaşmalı oldukları şekilde Polonya’nın doğu tarafını işgal etti. Stalin bu hamleyi yaparak Hitler’in en çok istediği şeyi yapıyor ve iki ülke arasında ortak bir sınır oluşturuyordu. Polonya, Almanlar’a ve Sovyetler’e teslim oldu. Bunun ardından savaş oldukça durgun bir döneme girdi. Durağan şekilde geçen günler birbirlerini izliyordu. Fırtına öncesi sessizlik mi denmeliydi buna yoksa??
Serinin üçüncü yazısında Fransa’nın işgali ve bütün Avrupanın alman çizmeleriyle ezildiği dönemi anlatacağım. Benden önce spoiler yememeye dikkat edin J.. Esen kalın..

DIŞARIDAKİ TARİHÇİ

BATMAN V SUPERMAN: ADALET EKİBİ TOPLANIYOR, BATMAN COŞUYOR

BATMAN V SUPERMAN: ADALET EKİBİ TOPLANIYOR, BATMAN COŞUYOR

              
       Çok daha önceden duyurulan ve dünyanın açık ara en iyi çizgi roman oluşumu olan DC Comics'in yeni filmini sonunda izledik. Man of Steel'den bildiğimiz Henry Cavell, Superman rolüne devam ederken, Batman rolünde bir değişikliğe gidildi ve Ben Affleck tercih edildi. Fakat size bu değişiklikle ilgili hemen şunu söyleyeceğim : BATMAN KENDİNİ BULDU! Evet, Affleck o kadar iyi bir performans sergiledi ki sanki ondan evvelki efsane üçlemeyi bana direk unutturdu. Yo hayır, çok aşırı vefasız bir insan sayılmam ama üzgünüm Christian Bale, sen haksızsın, seni kınıyorum.
                Batman'in 'Kara Şövalye Üçlemesi' için genellikle olumlu yorumlar gelmişti, hatta üçleme kült olmuştu. Bunun nedeni Nolan gibi bir yönetmenin tezgahından çıkmasıydı. Fakat işin kurgusal boyutu öyle miydi ? Koskoca Batman'in 10 tane adamı yarım saat dövememesi normal miydi ?-ki Batman sayısız dövüş sporunda uzmandır(100 tane olduğu söyleniyor) , bunlara Thai-Chi ve Kung-fu gibi sanatlar da dahildir-  Nolan günümüz dünyası normallerinde gerçekçi bir Batman yapmak istedi, harika bir üçleme yaptı. Ama onlar gerçek Batman değildi. Zira biz ne ileri seviyede ruh hastalığı olan bir Batman gördük ne de çok güçlü bir Batman . Fakat Batman ileri seviye paranoya sahibi, hastalıklı bir ruhu olan muazzam güçte bir beyefendiydi. Bu nedenle Nolan'ın serisi dev gibi bir eksik içeriyordu. İşte Zack Synder bu konuda hata yapmadı.
                Filmde Batman'a dair hemen her ayrıntı , ait olduğu evrenin mantığı çerçevesinde gayet güzel servis edilmiş. Superman'in zaten aşırı karakteristik özellikleri yok, yani ayrıntıları büyük önem arz etmiyor fakat Batman öyle değil. Her şeyden evvel Batman bir insan. Onun da bir takım insani özellikleri var o yüzden.
                Herkesin en çok sorduğu sorulardan birisi de 'Superman'in süper güçleri varken, bir insan ona karşı nasıl duracak ? ' İşte bunun sorulmasının sebebi Batman'in tam olarak anlaşılmaması, bu da biraz Nolan'ın çektiği Kara Şövalye üçlemesiyle alakalı. Çünkü herkes Batman'i oradan tanıyor ama eksik tanıyor işte. Batman, gerçek bir paranoyaktır. Öyle ki sanrıları gayet yoğun olan ağır bir psikolojik travma içerisindedir. Sinirlerine zaman zaman hakim olamaz ve eğer Metropolis isimli şehirde sağda solda uçan bir pelerinli varsa, o pelerinlinin haberi dahi olmadan Batman onun annesinin kızlık soyadına kadar öğrenir, yani her şeyiyle o adamı keşfeder, kim olduğunu bilir.
                Film  boyunca heyecanınız dorukta olacak bunu garanti ediyorum. Zaten daha ilk günlerden gişe rekorları kırmaya başladı. Görünen o ki, Man of Steel'in 600 milyon dolarlık kazancından daha yüksek bir kazanç elde edecektir.
                Özel olarak teşekkür etmem gereken bir de Zack Synder var. Bu adam öyle bir adam ki, eline aldığı süper kahraman hikayelerini muazzam planları , çekimleriyle sanat eserine dönüştürüyor. Ben filmi ağzım açık izledim, başından sonuna o kadar çekimler vardı ki hayran kaldım.  Watchmen'e de aynı şeyi yapmıştı. Bunda da aynı şey var. Birilerinin yaptığı gibi görsel efektler ve esprilerden ibaret değil bu film, aynı zamanda bir sanat eseri.
                Bir de THY var tabi. Filmin ortasında görünce insan bir mutlu oluyor , Umut Sarıka'yanın ilgili karikatürünü aynen yaşıyorsunuz.

Güç gerçekten masum olabilir mi ?
Uzaylılar değil insanlar cesurdur !
İnsanlığa zarar verme ihtimali %1 bile olsa onu yok ederim...

Keyifli seyirler diliyoruz. Ve Justice League'i heyecanla bekliyoruz efendim...
                       Anayurt Otolenin Aylak Adamı

2. DÜNYA SAVAŞI; FELAKETLERİN BAŞLANGICI


Ciddi değişimler geçiren, otoritelerin yıkıldığı, her şeyin baştan aşağı değiştirildiği bir dünya düzeni hayal edin…
Çok değil, 21 sene önce büyük bir dünya savaşından çıkılmış, sonucunda büyük otokrasiler ve imparatorluklar yıkılmış, ülkeler işgal edilmiş, ağır barış antlaşmalarıyla bazı kurallar dayatılmış.
Hatta büyük onurlu milletler bu barış antlaşmalarını kabul etmeyip işgallerden savaş ile kurtulma ve kendilerine yeni bir düzen kurma  yolunu seçmişti. Aslında tarihi şöyle bir inceleyecek olursak, çıkan savaşların tetikçisi genelde bir öncekiler olmuştur. Ve 1. Dünya Savaşı, pek görünmese de kesinlikle 2. Dünya Savaşı’nın tetikçisidir. Antlaşmayı dayatan müttefik kuvvetler bunu görememiş ve bir anlamda zafer sarhoşluğu içindeyken dünyayı yeni bir savaşa sürüklemişlerdir.
 2. Dünya Savaşı öncesi Avrupa’nın durumunu özetleyecek olursak, yağmurlu ve fırtınalı, kimsenin kimseyi göremediği bir günde ehliyeti olmayan bir şahısa (hitler) , son model bir araba verilmiş ve oda gelişi güzel insanları ezmeye başlamıştı denilebilir. Versay ve benzeri barış antlaşmalarının imzalanması, 1945’e kadar sürecek olan karanlık ve puslu günleri doğuran en önemli sebepti. Şimdi 2. Dünya savaşı öncesi başrolde olan devletleri bir inceleyelim isterseniz..
1               1)      NAZİ İMPARATORLUĞU (ALMANYA)
Almanya var oluşundan beri oldukça milliyetçi duygulara sahip bir milletti ve Versay Barış Antlaşması onların gururunu oldukça incitmişti. Onların gururunu okşayacak, milliyetçi duygularını tekrar harekete geçirecek birilerine ihtiyaçları vardı. O sıralarda ise ortaya Hitler isminde kısa boylu yumruğunu eline vurarak konuşan, ilginç bir bıyık stiliyle kendini kabul ettiren bir siyasetçi çıktı. Öyle biriydi ki başarısız olduğu Birahane Darbesi’nden sonra idamla yargılandığı mahkeme salonundan bütün Almanya’ya seslenmiş, yargıcı dahi etkilemiş ve sonucunda hapis cezasıyla yırtmıştır. Hapiste Kavgam isimli kitabını yazdı. Sonradan İngiltere başbakanı Churchill bu kitap hakkında “Eğer Hitler’in Kavgam kitabını ciddi şekilde okusaydık, 2. Dünya Savaşı’nın çıkmasına izin vermezdik.” diyecekti.  İşte Hitler bu şekilde ortaya çıkarak ırkçı politikalarıyla insanların beyinlerini yıkıyordu. Irkçı politikalarla gururu okşanan Almanlar, Hitler’e karşı büyük bir bağlılık duyuyordu.  Başa geldikten kısa bir süre sonra Alman ekonomisini canlandıran, sanayi atılımını gerçekleştiren ve en önemlisi Versay Antlaşması’nı yırtan Hitler artık Almanlar’ın gözünde uzun süredir bekledikleri büyük liderdi.
2                2)      İTALYA
İtalya’nın başında Faşizm’in kurucusu ünlü diktatör Benito Mussolini vardı. Mussolini çocukluktan itibaren bütün İtalyan milletinin beynini yıkıyordu. 1922 ile 1945 (1943-1945 arasında İtalya Sosyal Cumhuriyeti) İtalya Krallığı’na hükmeden Mussolini, 1. Dünya Savaşı sonunda müttefikler tarafından verilen sözlerin yerine getirilmediğini ve bu sözlerin ancak güç kullanılarak yerine getirilebileceğini düşünen bir diktatördü. Diktatörlüğü boyunca “Duce” yani Lider ünvanını kullandı. Aynı zamanda gazeteci ve öğretmendi. İktidara geldikten sonra medyaya uyguladığı sansür, yavaş yavaş kendi partisi dışındaki bütün partileri kapatması dönemin İtalya’sını bir polis devleti haline getirdi. İnsanlar uygulanan aşırı milliyetçi politika ve bununla birlikte okşanan gururları ile mutlu gözüküyorlardı ancak ne kadar dayanabileceklerdi?
3                  3)      BÜYÜK BRİTANYA
Avrupa’da Hitler tarafından tek rakip olarak görülen Büyük Britanya, ilk savaşın kazananıydı. Gücünü koruyordu ancak teknolojik gelişmelerde Almanya’nın gerisinde kalmıştı. Buna karşın dünyanın en iyi hava kuvvetlerine sahipti ve Hitler’e karşı en büyük silahı hava kuvvetleri olacaktı. Bunun yanında ABD’den ciddi bir mühimmat desteği almaktaydı. ABD ve SSCB savaşa girene kadar dünyanın tek umudu olarak kabul edilen, girdikten sonra ise savaşın baş aktörlerinden biri olan Büyük Britanya bu dünya savaşını hiç istememesine rağmen Hitler’e daha fazla taviz vermeme adına savaşa girme cesaretini göstermiştir.
           4)FRANSA
1. Dünya Savaşı’nın en yorgun devleti olan Fransa, savaştan sonra teknolojik gelişimden ziyade daha çok kırsal alanda büyümeyi seçen ülkelerden biriydi. Gerçi o dönem hiçbir Avrupa ülkesi Nazilerin üstün teknolojik gelişimiyle rekabet edecek düzeyde değildi ancak Fransa hiçbir gelişim gösterememiş v savaşın en ağır yenilgisini Hitler’den almıştır. 1. Dünya Savaşı sonunda Fransızların Almanlara teslimiyet antlaşmasını imzalattığı tren vagonunda bu sefer kendi teslimiyet antlaşmalarını imzalamışlardır.


Bunların dışında ise SSCB, ABD gibi ülkeler gelişmeleri dışarıdan izlemekle yetiniyorlardı. Ancak politika yapmayı da ihmal etmiyorlardı. ABD, diktatör rejimlere karşı batı demokrasilerini destekliyordu.İngiltere ve Fransa’nın en büyük mühimmat tedarikçisiydi. SSCB ise ideolojik olarak en büyük düşmanı Naziler ile Germano-Sovyet Paktı’nı imzalamış ve bu ikililer arasında bir barış dönemine girilmişti. Hatta bu ikili Polonya’yı birlikte işgal edeceklerdi.  Buna rağmen 3. Reich içlerinde casuslar bulunduran Stalin, tedbiri elden bırakmayacak ancak bu bile ilerleyen zamanlarda Alman saldırısının yıkıcı etkisi karşısında şok olmasını ve bir süre toparlanamamasını engelleyemeyecekti.


Vakit yakındı, belliydi.. Dünyanın en büyük süper gücü olan 3. Reich, saldırgan politikalarına son vermiyor ve bunda diretiyordu.  Bu saldırganlıklara son vermek için için Hitler ile konuşarak anlaşma yolunu seçen müttefikler, Münih’te bir konferansta bir araya geldiler. Konferans sonucu imzalanan Münih Antlaşması’na göre, bir daha başka bir yerden toprak talebinde bulunmaması karşılığında Hitler’e Çekoslavakya’nın bir bölümünü vermeyi kabul eden müttefikler, savaşı engellediklerini düşünüyorlardı ancak Hitlerin sözü ne kadar güvenilirdi? 2 ay sonra Çekoslavakya’nın tamamı Alman Ordusu tarafından işgal edilecek ve dünya bunları eli kolu bağlı şekilde izlemek zorunda kalacaktı. Güçlü Çek endüstrisini de emri altına alan Hitler, artık daha rahat şekilde dünyaya meydan okuyabiliyordu. Bunların dışında Hitlerin ülkesi içinde bilinçli bir ayrım politikası izleniyordu. Yahudiler şehirlerin gettolarına ve yüksek duvarların arkalarına hapsedilmeye başlanmıştı. Bu bölgelere giriş çıkışlar Alman Ordusu’nca kontrol ediliyor ve temel gıda maddelerinin girişine izin verilmiyordu.





Dünya bu atmosferde hızla bir dünya savaşına doğru sürükleniyordu. Peki bundan sonra ne olacaktı? Devamı ikinci yazımızda olacak. Teşekkürler..


                                                                                                                                       DIŞARIDAKİ TARİHÇİ

2016 OSCAR'INDA NELER OLDU

                Bilindiği gibi 28 Şubat 2016 tarihinde 88. Oscar ödül töreni gerçekleşti. Gecede bana göre en dikkat çeken nokta 2015 Oscar ödüllerine göre çok daha dengeli  ama aynı saygı derecesinde bir ödül töreni gerçekleşmesiydi. Ha yine siyahi bir komedyen ırk esprileri yaptı, bizzat sunduğu ödülleri eleştirdi (eleştiri sebebi neden siyahi bir oyuncunun bu sene Oscar'a aday falan olmamasıydı, e hocam biz ne yapalım o zaman ? 1 tane Türk ağız tadıyla ülkemizden katılamadı şu ödüllere ?? Belki sorunu biraz da kendinde aramak lazımdır ne dersin ha ? ) ama en azından Sean Penn çıkıp Innarutu'ya 'Lanet olası Meksikalı' demedi.(Bu olay geçen sene oldu, pozitif ayrımcılık saçmalığına zemin için bu espri yapıldı, sonrasında gülündü bilmem ne işte) Sevgili Oscar, seni seviyoruz ve saygı duyuyoruz, ne olursun şu renk üzerinden pozitif ayrımcılık saçmalığını bırak, ne olursun. Ben artık bir insanın siyahi ya da beyaz olmasının birçok durum ve şartta kimsenin umurunda olmadığını düşünüyorum, en azından benim değil. Aynı anda hem Ku Klux Klan'a hem de Black Panther'a lanet olsun diyerek ödülleri ana hatlarıyla incelemeye koyuluyorum.
                Şunu hemen söyleyeyim geçen sene Boyhood'un hakkı yenildi arkadaş! Bunu yine söylüyorum, hep de söyleyeceğim. Birdman harika filmdi fakat yine de Boyhood'un hakkı olan 'En İyi Film Ödülü'nü bir şekilde gasp etti.
                Tahmin edersiniz ki bu sefer 'En İyi Erkek Oyuncu'dan başlayacağım. Leonardo DiCaprio... Bunca yıl alması gereken ödülü hep talihsizlikler ve bence zaman zaman da burun farkıyla alamadı. 9GAG ergenlerinin ağzına düştü, dalgalar geçildi, üzerinden şakalar yapıldı... Hepsini bir kenara bırakırsak DiCaprio'nun hakkı gerçekten yenildi. Dalga geçilecek bir şey de yoktu, bu kadar kaliteli bir oyuncuya gecikmiş bir ödüldü. 'Revenant' filmi, oyuncunun sadece oyunculuğunu değil , sanatla olan ilişkisini de bizlere bir kez daha -bu sefer çok çok sertçe- kanıtladı. Meşhur ayı sahnesindeki çekim teknikleri, oyunculuk ve ışığın kullanılması (ya da kullanılmaması) muazzamdı. Ben o sahneyi izlerken istemsizce ayağa kalktığımı fark etmiştim, tamam bu benim çılgınlığım, sinemaya karşı normalin biraz daha ötesinde duygularımın olması evet. Ama çok iyiydi, tebrik ediyoruz Leo.
                'En İyi Yönetmen' ödülünü 2. kez alarak artık anıtlaşan Innarutu'ya söylenecek çok bir şey kalmadı. Geçen seneki filmi 'Birdman' her ne kadar 'Boyhood''un hakkı olanı gasp ettiyse de yönetmenlik konusunda geçen sene de bu sene de sonuna dek hak etti. Kim bilebilirdi ki 'Babel'i çeken adamın bir gün buralara geleceğini... Tebrik ediyoruz.

                Senenin en güzel filmlerinden olan Bridge of Spies (Spielberg) da maalesef yalnızca Sovyet Ajanı rolünde oynayan Mark Rylance ile en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü alabildi. Bu film önemli bir filmdi, esasında tüm Oscarları toplamaması gelecekteki sinemaya biraz yardımcı oldu. Görece daha genç olanlar ödülleri aldılar iyi oldu. Soğuk kanlı 'Demir Perde' ajanı rolünü muazzam oynadın ama Mark Rylance, tebrik ediyoruz.
                Brie Larson gencecik yaşında 'En İyi Kadın Oyuncu' ödülünü kaptı. Ben zaten sırf güzelliğine bile 10 dalda verirdim de neyse. Tebrik ediyoruz.
                Senenin en sağlam bombalarından birisi daha o törendeydi. Mel Gibson abimizden bildiğimiz Mad Max, Fury Road ile katıldı. 5 dalda Oscar'ı da kapıverdi. Film gerçekten çok ilginçti. Aksiyona yeni bir boyut kazandırdı. Aksiyon hakikaten sanatsal bir perspektiften izleyiciye sunulmuştu. Makyajı, ses kurguyu, ses miksajı , kostümü, yapım tasarımı alarak tam manasıyla ödüle boğuldu. Öğrendiğim kadarıyla Cannes'da da yarışacakmış film, orada iş yapar mı bilmiyorum ama son yıllarda izlediğim en garip ve aynı anda en sıkı filmlerdendi. Tebrik ediyoruz.
                Ve en iyi film ödülü... D-Max sunucularının bile hiç ihtimal vermediği , konusu son derece klasik diyebileceğimiz 'Spotlight' gecenin en önemli ödülünü 'En İyi Film' ödülünü kaptı. Bu kimsenin beklemediği bir şeydi fakat gerçekleştiğinde de kimse tepki vermedi. (En azından geçen sene Boyhood ödülü alamadığında verilen tepki verilmedi, Ruffalo sağolsun mu desek ne desek ? ) Tebrik ediyoruz.
                Geldik hiç ödül alamayan, son zamanlarda okuduğum en iyi bilim-kurgu kitabı olan The Martian'a. Bu , bana göre tamamen yönetmen Ridley Scott abimizin suçudur. Yanlış anlaşılmasın Alien'i , Blade Runner'ı, Hannibal'ı ağzımız açık izledik hocam. Ama sen güzelim bir mizahla baştan sona döşenmiş The Martian için ''Ben mizah değil bilim-kurgu çektim yeaa'' diye  tavır alırsan aha böyle olur işte. Sulu Mark Watney yerine hayatta kalma mücadelesi veren Mark Watney izledik lan! Lan falan dediğime bakmayın, film süper ötesiydi ama romanın tamamen dışına çıkılmıştı. Hiçbir şey alamadı ama yine de tebrik ediyoruz.

                Tamam değerlendirme bittiyse biraz magazine girelim hadi. Arkadaş Naomi Watts 'ın elbisesi neydi yahu , değerli taşlardan mı yaptırmış? Yazının altında giysilere bakabilmeniz için bir link bırakırım ama hakkaten neydi yahu ?  Geçen sene Boyhood'la ödüle kavuşan bu sene de güzelliğinde zerre oynama olmayan Patricia Arquette neydi peki ? Bunlar ne kadar güzel kadınlar böyle ?  Zaten Jennifer Lawrence'a bir şey diyemiyorum biliyorsunuz, Açlık Oyunları yazımı okuduysan hatuna karşı hislerimin çok ciddi olduğunu bilirsiniz. Burayı okuyorsa kendisiyle bir çay içmek istediğimi bilsin.Siz de olur da denk gelirseniz iletin Jennifer'a, 12. mıntıka selamıyla selamlıyorum onu.
Bitti mi, bitmedi...

İçimin yağlarını eritmeyi her defasında başaran, baştan sona hakaret kokan Altın Ahududu ödüllerine gelelim. Bilmeyenler için bu ödül, en kötüler ödülüdür, çoğunlukla kendisini bir halt sananlara verilir. Bu ödülü kim mi aldı ? 50 Shades of Grey... Ne oldu lan ? Değişik değişik sevişiyordunuz falan  ? Benim gibi yalnız adamların gazabı sizi böyle bulur işte, hep ensenizdeyiz, aşkı ve tutkuyu başka boyutlara taşıyan tipler sizi... Sonuna kadar hak ettiler bu ödülü, tebrik ET-Mİ-YO-RUZ.

Bu sene de böyle geçti Oscar işte. Geçen seneki Oscar yazımı inceledim de sonunda bir laf demişim tekrar diyeyim; Nice Oscarlara, hadi bakalım daha neler izleyeceğiz ...

ANAYURT OTELİNİN AYLAK ADAMI

https://www.youtube.com/watch?v=61Pgbe5J8H4 (yazıda bahsedilen link)

Mimarlık Öğrencilerine Sorulan Dramatik Sorular



MiMARLIK ÖĞRENCİLERİNİNE SORULAN DRAMATİK SORULAR


      Merhaba değerli insanlar. Yaklaşık bir buçuk yıldır sizlere mimari ile ilişkili olan konulardan bahsetmeye çalıştım. Hep mevcut konular üzerinden ilerledim ancak bu sefer bir farklılık olsun istedim ve okuduğum(kazık)  bölümle ilgili biraz bahsetmek istedim. Keyifli okumalar.
Not: Anlatacaklarım mimarlık fakültesinde okuyanların duygu ve düşüncelerine göre değişiklik arz edebilir.
     İç mi Dış mı? Mimarlık zor mu? Yetenek istiyormuş galiba? Elle çizimin harika olması gerekiyormuş! Hiç uyumuyormuşsunuz abi? Gibi soruları kaç defa duydum hatırlamıyorum ve siz de bu soruları merak ediyorsanız artık bu gizeme bir son vermenin vakti geldi.


1)İÇ Mİ DIŞ MI?

İçi seni dışı beni yakar kardeşim. Hep te bu sorulur. İç ne dış ne? İçten ve dıştan kastınız nedir arkadaş. İç mimar içini yapıyor dış mimarda duvar çekip sıva mı atıyor. Bu mu yani… Yapmayın böyle şeyler, lütfen. İç mimarlık daha çok yapıların iç dizaynı ile ilgilenen yeni ve kolektif çözümler üreten kişidir. Biz ise ‘bastırarak söylüyorum’ dış mimar değiliz, mezun olunca unvanımız mimar oluyor. Mimar ise yapının içini, dışını, soyunu, sopunu çizen kişidir. Tabi ki de ilişkili oldukları için Mimar olan kişi kendisini geliştirdiği takdirde iç mimarlıkta yapabilir. Ve artık rica ediyorum lütfen bir mimarlık öğrencisine ya da mimara  iç mi dış mı diye sormayın.   

2)MİMARLIK ZOR MU?


Evet. Diğer soru lütfen. Şaka şaka... Ama zor. Lisansüstü eğitim alacaksın bölümü bitirdiğinde mimar olacaksın, bir dünya para alacaksın(söylentilere göre) ama bölüm zor olmayacak. Elbette zor olacak ve hatta iyi ki zor; yoksa her önüne gelen mimar olsaydı ortalığı Minecraf’ta(çok severek oynarım) çevirirdik galiba. Aslında okuması çok zevkli bir bölüm, ancak onu zor kılan bilgisinin çok olması... E ne var bunda der gibisiniz, haklısınız biraz açıklayayım. Örneğin bir proje çalışması esnasında ne çizeceğinizi, neyi çizeceğinizi, nasıl çizeceğinizi pek bilmezsiniz. Uzman kişilerin(hocalar) dediklerinden bir şey anlamazsınız, yardımcı da olmazlar(bazıları hariç) ve siz bu çaresizlikle abi ve ablalarınızın projelerinden bir şeyler didiklersiniz, oradan buradan öğrendiğinizi sandığınız yarım yamalak bilgilerle en temizinden  proje dersinden çakarsınız.  1 kere kaldıktan sonra bir aydınlanma evresi geçirirsiniz ve neyin nasıl olduğunu öğrenirsiniz.(Ben henüz aydınlanamadım)  

3)YETENEK İSTİYORMUŞ, ELLE ÇİZİMİN MÜKEMMEL OLMASI GEREKİYORMUŞ DOĞRU MU?


Yalan. Hem de külliyen. Hiç abartısız söylüyorum, daha önce hiç resim yapmamış olan bile okuyabilir. Bırakın bu dayatmaları efendim, kısıtlamayın insanları. Benim nice arkadaşlarım var iki şekil çizemeyen ama canavar gibi okuyor takır takır geçiyor.(Temsili değil) Yani yeteneğinizle ya da elinizi harika kullanmanızla mimar olmanın keskin bir bağı yok. Ama şu var elle çizimde başarılı iseniz bu size mutlaka bir artı olarak geri döner. Zaten bölüme girdiğinizde ‘Mimari İfade Teknikleri’ dersi adı altında size bir ders verilir. Burada T-cetveli ile Gönyenin dillere destan olan aşkı anlatılır. Onlara pergel, kalem silgi, 0.3mm kalem, daire şablonu, pistole, portmin gibi alet edevatta şahitlik eder ve teknik olarak bir şeyler kaparsınız.

 Beni en çok çeken T-cetvelinin kağıt üzerinde kayarken çizimi mahvetmesi…

4)FİNAL: SİZ UYUYOR MUSUNNUZ?


Ne uyuması efendim ne münasebet. Uyku ne arar la mimarlıkta. Bakın iyice dinleyin açıklıyorum sırrımızı: Biz fakülteye girdiğimize bize bir chip takıyorlar. Tabii ne sandınız işte o bizi uyumamaya programlıyor. Hatta o chip sayesinde insanlıktan çıkıyoruz o yüzden abidik gubidik yapılar tasarlıyoruz. Tövbe Yarabbim yaa.. Uyuyoruz kardeşim, bizde insanız uyumadan olur mu ya… İnsan dediğin uyur. Ha 1-2 saat uyuyoruz orası ayrı konu.  Hani ne var yani biraz az uyumuş nolur? Ne kadar da uykuyu tatili seven bir milletiz! İşleyen demir pas tutmaz arkadaşlar. Siz beni dinleyin uyumayın çalışın. Bide birbirine yakın iki tabiri burada açıklamak istiyorum birisi uyumak diğeri yatmak. Maalesef aynı şey değiller. Biz belki uyumuyoruz ama sürekli yatıyoruz. Atölye dersleri çok keyifli geçiyor. Derse giriş çıkış serbest derste yiyip içmek serbest hatta birdir bir, uzun eşek, körebe- yok daha pepeler-. Ve şunu da ekleyim her zaman için uyku düzenimiz böyle değil elbette çokça uyuduğumuz zamanlar da oluyor yani arada sırada, denk gelirse…  Gırgır bir yana Projenin ağırlık kazandığı ve diğer derslerin sınavları ve teslimlerinin olduğu haftalarda insanlıktan çıktığımız doğrudur lakin o haftaların dışında sizi temin ederim ki bizlerde sizin gibiyiz.

Yukarda anlattıklarım tamamen bir hayal ürünü değildir. İnanın yaşadığım gördüğüm şeyleri paylaşmaya çalıştım(Daha ilerde bakalım neler göreceğiz). Ayrıca bu yazı kesinlikle bir acıtasyon, depresif, atarlı giderli bir yazı da değildir, eğlence ve bilgi amaçlıdır. Okuduğunuz ve o kıymetli vaktinizi benimle geçirdiğiniz için size çok teşekkür ediyorum. Mutlu günler!  
Not:Detaylı bilgi için benimle irtibata geçebilirsiniz.

Türk Baroku

TARİHİN EN İYİ 10 TANKI


Merhabalar sevgili okurlar. Bugün biraz daha militarist tarihe kayıyoruz. Bu tankları anlatmaya başlamadan önce  kısa bir şekilde tank  nasıl ortaya çıkmış bir göz atalım isterseniz. Tank ilk ortaya çıktığında İngilizler ona “landship” yani kara gemisi diyordu. Öyle ki ilk ortaya çıktığı savaş olan 1. Dünya Savaşı’nda tankları yok edecek bir güç bulunmuyordu. Etrafı çelikten kaplanmış hareket eden bir kale görüntüsündeydi. Tankın evrimi çok hızlı gelişti ve insanlık tanklara kabiliyetler kazandırmaya başladı.  En keskin değişim ise tanklara güçlü topların eklenmesiyle oldu. Bugün tanklar , kara ordularının bel kemiği olarak kabul edilir ve önemini çıktığı günden bu tarafa hiç yitirmemiştir.

10) M4 SHERMAN
Bu Amerikan tankı İkinci Dünya Savaşı’nda  ABD ordusunun bel kemiğiydi.Hızlı,hareket kabiliyeti yüksek ve üretimi kolay olan tanklardı. Savaş bayunca en çok Almanlar’ın Panzer 4 ‘leri ile çarpışmışlardır ancak Tiger ve Panther ‘ler karşısında etkisiz kalmışlardır. 50000 e yakın üretilen M4 Sherman’lar savaştan sonra uzun bir süre birçok ülkenin caydırıcı gücü olmaya devam etmiştir.

9)MERKAVA
Hareket kabiliyeti ve üretim maliyetinden dolayı pek sevilmesede içindeki tankçıların düşünüldüğü bir kaçış kapağı bulunduran İsrail yapımı Merkava tankı bu güne kadar İsrail ordusu tarafından pek çok operasyonda başarıyla kullanılmıştır.

8)CHALLENGER
İngiliz yapımı Challenger tankı dünyada mağlup edilemeyen tek tank özelliğinş korumaktadır. Sıcak savaşlara girmiş olmasına rağmen hiçbir Challenger mağlup edilememiştir.  586 km. hareket menzili ile dünyaya bu alanda önderlik etmiştir.

7) PANZERKAMPFWAGEN  4
Alman yapımı olan ve döneminde rakiplerini ustalıkla alt etmeyi başarmış olan bu canavar savaş döneminde Tiger’lar ile birlikte Alman ordusunun bel kemiği haline gelmiş ve bir çok operasyonda başarıyla kullanılmıştır. 2. Dünya Savaşı’nın en fazla üretilen Alman tankıdır.

6) CENTURİON
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Britanya’nı ilk ana muharebe tankıdır. Bir çok mühendis ve tank tasarımcısı tarafından İngiltere’nin yaptığı en iyi tank tasarımı olduğu söylenir. Şasesi şu anda bile bazı ordularda çeşitli rollerde kullanılmaktadır.

5)WWİ
Tank kavramını gün yüzüne çıkaran tank tasarımıdır. WWİ ,  Birinci Dünya Savaşı’nda kullanılmış ve o güne kadar o tarzda bir şey görülmemiş olması sebebiyle askerler arasında çok büyük bir korkuya sebep olmuştur. Sırf korkutuculuk özelliği bile bu tankın 10 efsane tank arasına girmesine yeterlidir.

4)PANTHER
Almanlar’ın İkinci Dünya Savaşı’nda ürettikleri en üst düzey donanıma sahip tanktır. Zırh,ateş gücü,manevra özelliklerinin hepsine sahip bir tank olan Panther , Panzer 4 tanklarının Sovyet t-34 lerine karşı etkisiz kalması sebebiyle üretilmişti. Bir çok otorite tarafından savaş performansı göz önüne alınmadan özellik incelemesi yapıldığında WW2’nin en iyi tankı olarak kabul edilir.

3)TİGER
Tiger , bir tank efsanesidir.  Bir çok tank araştırmacısına göre ve bana göre de tarihin en iyisidir. Rakiplerine göre o kadar üstündü ki tek bir Tiger’ın 33 düşman tankını avladığı bilinmektedir. 2 km uzaklıktan tek bir atışla rakibini alt üst edebilen Tiger’ın savaş dışı bırakılabilmesi için o tarihteki rakiplerinin 800 metre yakına gelip 20 atış yapıp tam isabet sağlaması gerekiyordu. Ağır bir tank olan Tiger ın manevra kabiliyeti o kadar iyi olmasa da zırhıyla durumu kurtarabiliyordu. Düşman tanklarını tir tir titreten Tiger’lar dünya savaş tarihinde efsanevi bir yere sahiptir.

2)M1 ABRAMS
Amerika’nın modern zaman tankıdır. 1980 lerde üretime geçilmiş ve her yeni modernizasyonda üstüne sürekli yeni bir şeyler eklenmiştir.  Amerika ve yandaşlarının Saddam ile yaptığı Körfez Savaşı’nda Çöl Fırtınası opresayonunda kullanılmış Saddam’ın 2000 tankı kullanılamaz hale gelirken sadece 4 tane M1 Abrams kullanılmaz hale gelmiştir. Manevra kabiliyeti ve atış gücü çok üst düzey olan bu tank savaş kazandırması bakımından kendine efsaneler sınıfında önlerden yer ayırtmıştır.

1)T-34
T-34 Sovyet yapımı olmakla birlikte tarihteki en başarılı en efsane tanklardan biridir. Hatta tarihin akışını değiştiren tank desek yanılmış olmayız. 2. Dünya Savaşı’nı Alman tarafından alıp Sovyet tarafına veren efsanevi bir tanktır. Güçlü topları,güçlü zırhları, iyi manevra kabiliyetleri vardır. Savaş zamanı  1300 tane üretilmiş ve savaştan 50 yıl sonrasına kadar bazı ülkeler tarafından kullanılmaya devam edilmişlerdir.


BONUS ; Bu kadar tank göstermişken günümüzde Türkiye’nin de efsane bir tank üretimine geçmek üzere olduğunu göstermeden olmazdı. İsmini Kurtuluş Savaşı komutanlarından olan Fahrettin Altay’dan alan Altay tanklarının ar-ge çalışmaları tamamlandı ve 2015 te üretime geçmesi planlanyor. Özellik bakımından dünyanın sayılı tanklarından olacak olan Altaylar görücüye çıktı ve büyük beğeni topladı. Rabbim devamını getirmeyi nasip eylesin.



DIŞARIDAKİ TARİHÇİ















Ahlaki Değerler ve Vigilante Çılgınlığı

Merhabalar, şu günlerde aklıma takılan enfes bir soru var ; vigilantelar( tam bir Türkçe karşılığı yok, ama zorlarsak 'kanunsuz iyi adamlar' olarak çeviri yapmamız mümkün.)Vigilante nedir? Peki ya kim bu vigilantelar ? Ne yaparlar ? Vigilante hakkında bilgi ?
Vigilante kavramını bizlere tabiki birçok seri katil hikayesini olduğu gibi Amerika hediye ediyor. Kanunlara güvenmeyen kahramanlar adaleti kendi elleriyle sağlamayı tercih ediyorlar. Kavram ilk olarak Amerika'nın çöllerinde katilleri, tecavüzcüleri bulup öldüren kovboyvari insanlar olarak karşımıza çıkıyor. Konu medyanın çok dikkatle yaklaştığı bir konu olduğu için maalesef haklarında çokça bilgi sahibi olamıyoruz. Çünkü ana akım medya kanunsuz olarak kötü adamları avlayan kimseleri reklam etmek istemez. Sebep ahlaki çıkmazlardır ve hep şu soruyu sorarlar : ''Ya herkes kendi adaletini sağlamaya çalışırsa ? Durum o zaman ne olur ?''  İşte bu görüşten dolayı medya bu kimseleri genelde reklam etmez , tam da bu yüzden bu kimseler hakkında ayrıntılı bir bilgiye erişmemiz mümkün olmaz.
Gerçek hayatta bu olayın örnekleri mevcut fakat dediğim gibi medya bu konuya çok hassas bir ölçekte yaklaşıyor ve kesinlikle reklam , tanıtım vs. den uzak duruyor.
Bernhard Goetz dosyası. 1984 yılında New York'ta, trende 4 adet yankesici tarafından saldırıya uğruyor Bernhard. Adamın tipine bakacak olursak yankesiciliğe uğraması gayet mümkün bir Amerika beyefendisi. Fakat adam gençlerin düşündüğünden çok daha çetin ceviz çıkıyor, o beyefendi görüntüsünün altıdan silahını çıkararak gençlere saydırıyor. Sonuç olarak 4 cinayetle iş bitiyor. Bu haberin duyulması toplumda bir kargaşaya neden oluyor, bir kısım adamı cinayetle suçlarken diğer kısın Amerika'da o dönemlerde aşırı derecede artan yankesicilik olaylarına haklı bir tepki olarak görüyor. Sonuç olarak Bernard bey 6 ay hapis yiyip çıkıyor ve kesinlikle bir pişmanlığı olmadığını dile getiriyor.
Gelelim Leo Frank dosyasına. Kendisi 1915 yılında Amerika'da bir şirkette müdür. Olaylar Leo'nun 14 yaşındaki işçisi olan bir kız çocuğuna tecavüzü ile patlak veriyor. Leo Frank idam cezası yiyor fakat sonrasında cezası müebbet hapse çevriliyor. Bu noktada da bir grup vigilanteın sabrını taşırıyor ve kendisini önce hapisten kaçırıyorlar(ki kendisini kaçıranlar savcı, avukat, senatör çocuğu gibi son derece kalantor ve elit kesimden) sonrasında döverek Leo Frank'i linç ediyorlar, öldürüyorlar.
Bunun gibi birkaç dosya daha var ama dediğim gibi çok değil. Yukarda işlediğim iki konuya dair kim haklı kim haksızı sizin vicdanınıza bırakıyorum.
Konu benim ilgimi çektiği gibi sinemanın da ilgisini çekmiş olacak ki haklarında bir çok film/dizi çekilmiş vaziyette. Üstelik seyir zevki de aşırı derecede yüksektir. Örneğin annesi elektirikli testereyle doğranan Dexter Morgan, vigilante denince akla gelenlerin başındadır. 8 sezon bıkmadan usanmadan ilk bölümki heyecanla izlenir. Dexter Morgan'ın ahlaki değerlerini dizi boyunca sorgularız. Kendisi yalnızca cinayet işleyen kimseleri öldürür( her ne kadar bunu toplum için değil ''karanlık yolcu''su için yapmış olsa dahi) toplum için o kadar da kötü bir kimse olmadığını düşünürüz.
Adından da kendini belli eden bir film olan John Doe: Vigilante . Harika bir film. Tek kelimeyle mükemmel. Film boyunca bize kendimizi ve adalet anlayışımızı sorgulatıyor. Küçük kızı ve eşi tecavüze uğrayıp öldürülen bir sosyal hizmet görevlisi baba sizce ne yapabilir ? Üstelik katili iyi hal indirimi vs. alıp salıverildiyse ? Şiddet herhangi bir durumda meşru olabilir mi ? İşte bu konuyu detaylandıran bir film.

Taxi Driver filmine gelelim. Yıldız bir başkan adayını öldürmekten son anda vazgeçip, çocuk pazarlayan bir kadın satıcısını öldüren sıradan bir taksi şoförü toplum tarafından nasıl kahraman ilan edilir ? Bu ahlaki midir ? Başkan adayını öldürse aynı toplum ona neler diyecekti ?

Vee en efsanelerden Rorschach, Watchmen'in intikamcısı. Onun için yalnızca siyah ve beyaz var. Eğer bir kimse eşini dövüyorsa o kötüdür ve ölmelidir. Eğer birisi bir başkasına tecavüz ettiyse ölmelidir, bu kadar basit. Üstelik bu abimizi yetkililer hapse atmak gibi bir hata yapıyorlar ve o karanlık suçlularla dolu hapishanede şu efsane cümleyi sarf ediyor : ''Anlamıyorsunuz, beni sizinle aynı yere kapatmadılar, sizi benle aynı yere kapattılar  '' ( sanırım bir vigilant için en güzel şey cinayet ve tecavüz suçlulularıyla dolu bir hapishaneye atılmaktır :) )
Konu ilginizi çektiyse size şöyle bir liste vereyim :
http://www.imdb.com/list/ls003456861/

Peki siz bu konuda ne düşünüyorsunuz ? Bir katilin öldürülmesi doğru mu ? 2. hatta 3. şansı dahi reddedip suç işlemeye devam eden bir katili ya da insanların hayatlarını başka şekillerde karartan bir suçluyu ortadan kaldıran bir kimse katil midir ? Yoksa kahraman mı? Müebbet hapsi hak eder mi ? Yoksa bunların tamamını bir kenara bırakıp sistemin kanunlarına mı güvenilmeli ?


Önemli uyarı: Bu yazıda kesinlikle şiddet propagandası ya da benzeri bir şey yoktur. Yalnızca geçmişte yaşanan birkaç olay ve çekilen birkaç yapım üzerinden ahlaki bir sorun irdelenmiştir. Hayat bir film değildir arkadaşlar, beğensek de beğenmesek de bu böyledir.

ANAYURT OTELİNİN AYLAK ADAMI

Mr. Robot Dizi Dünyasını Kasıp Kavuruyor



Mr. Robot Dizi Dünyasını Kasıp Kavuruyor


     Selamlar , yepyeni bir haberle karşınızdayım ve mutluyum. Çünkü dizi aleminde bomba gibi bir gelişme gerçekleşti. Ne mi oldu ? Mr. Robot isimli yeni bir dizi çıktı. Neden mi bomba oldu ?

     Mr. Robot gelmiş geçmiş hack ile ilgili izletilerden çok çok daha farklı. Fark şuradan geliyor ; bu dizide tek tuşla hatta hiçbir şey yazmadan kod yazıyormuş gibi yapıp bilmem neredeki adamın yeri tespit edilmiyor, 'hemen hackliyorum' tarzında muhabbetler dönmüyor. Zira öyle bir şey de yok zaten. Hackin tam olarak ne olduğu, nasıl bir düzen içerisinde gerçekleşmesi gerektiği, hack yapan insanların nasıl kimseler olduğu da dizi içersinde işlenen konulardan. Hem hack izleyip hem de bu işi gerçekleştirenlerin esasında kim olduklarını izliyoruz bu güzel dizimizde. IMDB puanını sonuna kadar hak eden dizi daha ilk sezonun yarısındayken kişisel görüşüme göre kendini kanıtladı. İşin aslı ilk bölümler dizinin gidişatının bozulacağından korkarken artık bu korkum da kalmadı, çünkü öyle olmadı. Rami Malek meselesine girmiyorum zira  dizi izlediğinizi unutturuyor adam size öyle bir oyunculuk kesmiş, helal olsun.

     Dizi F-Society adı altında birleşen bir grubu inceliyor şimdilik. Grup içersinde 1 Müslüman , 1 siyahi , 1 adet klasik Amerikalı vs. gibi farklılıklar gösteren her tipten insanın temsil edildiği karma. Bu karma aklımıza hemen bir hack grubunun ismini getiriyor -ki ismini söylemeyecem muhtemelen biliyorsunuz-

     Bu arada dizinin resmi web sitesi http://www.whoismrrobot.com/ adresinde sizleri bir sürpriz bekliyor bir bakın diyorum :)
     Sizleri bu çılgın serüvene kesinlikle davet ediyorum ve son olarak 'F-Society'nin askerleriyiz' diye haykırarak yazımı noktalıyorum :)
  

Anayurt Otelinin Aylak Adamı                                    

MUTLU BAYRAMLAR!

Modern Fosil yazar ekibi ve editör olarak sizlerin bayramınızı kutluyoruz.
 Hep beraber daha nice bayramlara, barış, eşitlik ve sevgiyle.



Modern Fosil Ekibi

admin@modernfosil.com
www.fb.com/modernfosil

Artık Modern Fosİl



Merhaba değerli insanlar, bayanlar ve baylar,

Bugün dergi ekibimiz uzun süren çalışmaları sonucunda yeni logomuz üsteki gibidir. Yazılarımız ve çalışmalarımız her zaman ki gibi devam edecektir. Ayrıca bundan sonra dergimizin adı Asr-ı İlim değil Modern Fosil'dir.

Hepinize bu yeni dönemde iyi okumalar dileriz.

Eski Asr-ı İlim yeni Modern Fosil ekibi.

DİKKAT! FOTOĞRAF ÖLDÜRÜR!



Asr-ı İlim dergisinin fotoğraf durağından bu ayda hareket vakti geldi sevgili okurcanlar J Bu yazımda fotoğraf çekmenin ne kadar kolay olduğunu gösteren(!) 10 fotoğrafı sizlerle paylaşıp, birlikte değerlendireceğiz. O fotoğraflara geçmeden önce fotoğrafın sadece makineyi alıp deklanşöre basmakla yada telefonla çekilmeyeceğini söylemiştim. Fotoğrafta bir kompozisyon olmalı ve bir amaca hizmet etmelidir. “Eğer derdimi sözcüklerle anlatabilseydim yanımda her zaman bir fotoğraf makinesi taşımazdım.” Diyecek kadar fotoğrafa sevdalı olmak lazımdır. Hatta ölümüne bağlı olmak lazımdır. Şimdiden uyarıyorum dikkat edin okurcanlar fotoğraf çekmek öldürür ;)




Şimdi düşünelim bir ormanlıktasınız tripotu kurdunuz ve fotoğraf çekiyorsunuz. Herşey güllük gülistanlık gidiyor ve haberiniz olmadan arkanızdan bir ayı gelse ne yaparsınız ? Tabiiki tabanlara kuvvet kaçarsınız? Şaka mı bu demeyin buyrun fotoğrafı J





Dediğim gibi fotoğraf çekmek bir aşk işidir. Hatta bu aşkla yanmalısınız ve başka ateşler sizi yakmamalı. Örneğin bir yanardağın üstüne çıkabilmeli ve üstünüze sıçrayan ateşe rağmen fotoğraf çekmeye devam etmelisiniz. Nasıl mı olacak dersiniz. Buyrun size ödüllü ve yanan bir fotoğraf ;)




Bir ırmak ve deniz var önümüzde. Orda da kesilmiş  bir ağacın üstünde bir kuş var. Bunu yakından çekmek istiyorsunuz. Irmak çok tehlikeli kamufle olmanız gerekiyor. Daha sonrasında ise her şeyi göze alarak o suyun içine girmeniz gerekiyor. O zaman ışığınız bol olsun J




Bazen fotoğrafçı neyle karşılaştığını bilemez. O yüzden bol ekipmanla gitmesi lazım. Tabii bu hiç kolay bir iş değil. Abimize kolay gelsin diyoruz J



Bir sahildesiniz ve manzara çok güzel.. Kendinizi işinize kaptırdığınız bir sırada dev dalgalar size doğru gelmeye başlarsa ne yaparsınız. Herşeyi göz önünde bulundurmak lazım.




Boşa demiyorum fotoğraf öldürür diye. Bir haber yada belgesel çekimine gittiniz. Karlı ve vahşi bir ortamdasınız. Ama fotoğraf aşkı her şeyden önce gelir bir kartal sizi yakalayıp götürecek olsa bile..




Fotoğraf için biraz da aksiyon lazım tabiiki. Emek olmadan yemek olmaz. Risk almak lazım ki etkileyici kareler yakalansın. Bu bir dağa asılı merdivenin ucunda durmak olsa bile..




Bazen de doğru anı beklerken bir ömür geçer gider. Hatta ömrünüz geçerken soğuk hava şartlarından dolayı karlar içinde donabilirsiniz bile..




Peki iki ayının arasında kalırsanız ne olacak ? Olmaz demeyin böyle riskler her zaman vardır. Eğer ayılar sevecen değilse o zaman geçmiş olsun J



Şimdi belki de hepinizin fazlaca gördüğü bir fotoğrafı sizlerle paylaşalım. Bu fotoğrafda fotoğrafı çeken kişi vicdan azabından intihar etmiştir. Fotoğraf mı çekeyim yoksa yardım edeyim derken arkasında çocuğun ölmesini bekleyen akbabaya rağmen fotoğrafı çekmiştir. Çocuk ölmüştür ama çeken kişi yardım edememiş ve bu fotoğraftan ödül almıştır. Ne yazık ki ödül almak bazen çare değildir. Dikkat edin fotoğraf öldürür sevgili okurcanlar..




Bu yazıda gerçekten alıntılar ve mizahi fotoğraflar vardır. Ama unutmayalım ki fotoğraf basit bir iş değildir ve ne canım bunda makinesi var çekiyor denmemelidir. Fotoğrafı çeken makine değildir. Hatta "En iyi fotoğraf makinesine sahip olan en iyi fotoğrafı çekseydi, en iyi daktiloya sahip olan da en iyi yazıyı yazardı." diyen Ara Güler'e de burdan selam yollayalım. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere hepiniz Allah’a emanet olun. Işığınız bol olsun.